O GECE - 8

03.05.2021
  Daha sonra da eğitim alanında toplanıp, taburu denetlemek üzere alaya gelecek olan Tümen Komutanını beklemeye başladılar. Çok geçmeden eğitim alanına doğru bir helikopterin geldiği görüldü. Helikopter, büyük bir toz bulutunun arasında eğitim alanına indi. Açılan kapıdan Tümen Komutanı yere atlayıverdi! O da başında çelik başlığı, belinde tabancası, kendisini bekleyen Alay Komutanı Cengiz Albaya doğru yürüdü. Çevik adımlarla kendisini karşılayan alay komutanının; ‘’Savaşa hazırız komutanım’’ tekmilini dinledikten sonra; kendisini bekleyen tabura doğru yürüdü…

Taburun önüne gelince durdu. Yüksek bir ses tonuyla; ‘’Merhaba Aslanlarım’’ diyerek, adeta gürledi. Yıldırım Üsteğmen; Mehmetçiğin ilk kez böylesine gür bir sesle; ‘’Sağ ol’’ dediğini duyuyordu! Tüyleri diken, diken olmuştu…Eğitim alanına büyük bir sessizlik çökmüştü. Rüzgâr bile durmuş, etraftan çıt çıkmıyordu! Tümen komutanının konuşmasını sadece savaşa gidecek tabur değil; adeta uçan kuşlar, yerdeki karıncalar bile dinliyordu… Eğitim alanı, heyecanı doruklara tırmanan bir sesle yankılanmaya başladı:

‘’Evlatlarım, Kıbrıs’ta olaylar giderek büyüyor, adada yaşayan soydaşlarımız çoluk çocuk denmeden Rumlar tarafından acımasızca katlediliyor. Sizler Büyük Türk Milletini temsilen, adaya ilk giden birliklerden biri olarak görevlendirildiniz. Tümen komutanınız olarak sizlere olan güvenim tamdır. Gazanız mübarek olsun.’’ Askerlerin aynı heyecanla verdiği ‘’Sağ ol’’ cevabı, Tümen Komutanını çok gururlandırmıştı.

         Saat henüz öğlen vaktiydi…Yıldırım Üsteğmen yemek istirahatını fırsat bilerek, eşi ve kızını son bir kez daha görebilmek için koşar adımlarla subay gazinosuna doğru yürümeye başladı… Alayda görevli tüm rütbelilerin aileleri alay gazinosunun bahçesine toplanmışlardı, kendi ailesi de dâhil herkes oradaydı. Yürüdükçe, yol kısalacağına uzuyor; eşine ne söyleyeceğinin, nasıl veda edeceğinin cümlelerini kurmaya çalışıyordu. İşte veda vakit gelmişti. Karşı, karşıyaydılar!

Goncagül’ünün fısıldayan sesi; iki seven kalbi, gerçeklerin hüznüne döndürüvermişti!

‘’Yıldırım’ım ne zaman gidiyorsunuz?’’ Üsteğmen Yıldırım yutkundu, derin bir of çekti! Bu soruyu cevaplamak öylesine zordu ki! Cevabı güçtü, çünkü bu bambaşka bir soruştu…Sonunda o da, eşi de sarmaş dolaş oldular. Her ikisi de gözyaşlarına mani olamamıştı; ağlıyorlardı.   Küçük kızları da onların bu halinden etkilenmiş, o da ağlamaya başlamıştı. Boğazlarına düğümlenen hıçkırıklar veda cümlelerini işitilmez kılmış, yaşadıkları hüzün ayrılığın sesi olmuştu…

Yıldırım Üsteğmen her ikisini de son kez öpüp kokladı. ‘’Sizi önce Allaha, sonrada kendinize emanet ediyorum’’ dedi. Zor da olsa gülümsedi! ‘’Hoşça kal Ecem’’ diyerek, bir kez daha kızına sarıldı.

Ardına bakmadan, koşar adımlarla bölüğüne geri yürüdü. Artık onların aklını teslim alan yegâne şey; Yıldırım Üsteğmenin savaştan sağ salim dönebilmesiydi…

                 Taburu götürecek otobüsler saat tam 22.00 de geldi. Daha önce birliğin gerekli mühimmatı, ağır silahları, gereç ve diğer malzemeleri 19.30 da alaya gelen 10 treylere yüklenmiş, bir Yüzbaşı eşliğinde savaşa katılacak helikopterlerin bulunduğu bölgeye gönderilmişti. Şimdi sıra personelin nakline gelmişti… En nihayetinde savaşa katılacak tabur personeli, sıralı bölükler halinde otobüslere bindiler; araçlar eğitim alanından Kıbrıs’a, savaş meydanına doğru hareket etti…

Saatler 23.45’i gösteriyordu!

                   12500 Nüfuslu Çubuk ilçesi çoluk, çocuk, genç yaşlı demenden sokaklara dökülmüş, Mehmetçiklerini uğurluyordu… Üsteğmen Yıldırım, Tabur Komutanıyla birlikte aynı otobüsteydi.

Çubuk halkı yolu sağlı sollu kaplamış, uzun bir koridor oluşturmuştu. Otobüsler bu koridorun içinden ağır, ağır ilerlemeye başladılar. Her birinin çaldığı korna sesleri Çubuk semalarını inletiyordu. Gecenin karanlığı, binlerce insanın heyecanıyla gündüz yerine dönmüş, Çubuk ovası adeta bir bayram gününü yaşıyordu… O esnada, sanki söz birliği etmişçesine 20 Otobüs dolusu Mehmetçik gırtlakları yırtılırcasına, milletinin türküsünü, onun özüne yakışan alay marşını söylemeye başladılar:

           ‘’Annem beni yetiştirdi. Bu ellere yolladı. Al sancağı teslim etti. Allah'a ısmarladı. Boş oturma, çalış dedi. Hizmet eyle vatana. Sütüm sana helal olmaz. Saldırmazsan düşmana. Yastığımız mezar taşı. Yorganımız kar olsun. Biz bu yoldan dönersek, namus bize ar olsun.’’

                Turgay Binbaşının, Yıldırım Üsteğmeninin, otobüste bulunan diğer subay ve astsubayların gözleri yaşardı. Yıldırım Üsteğmen; ‘’Savaş meydanlarının yenilmez yiğitleri Mehmetçik işte budur’’ diye mırıldandı. Otobüsler, gecenin karanlığına karıştılar! Arkalarında yüzlerce hasret ama bir o kadar da gururlu yürek bırakmışlardı. Ayrılığın tükenmez acısı da çabası…

18 Temmuzu, 19 Temmuza bağlayan gece yarısı Ankara garnizonundan ayrılmışlar, on iki saatlik bir yolculuk sonrasında onları Kıbrıs’a götürecek helikopterlerin bulunduğu bölgeye gelmişlerdi. Verilen emre göre, ilk kafile 20 Temmuz sabahı Kıbrıs’a hareket edecekti…

Yaz güneşinin yakıcı sıcaklığıyla başlayan gün oldukça zor geçeceğe benziyordu. Yolculuk boyunca bütün geceyi uykusuz geçirmişler; güneye indikçe artan Temmuz sıcağı kendini iyiden iyiye hissettirmiş, otobüslerin içinde nefes almak dahi zor olmuştu. Geceyi burada geçireceklerdi…

Ne kadar çok dinlenebilirlerse onlar için o kadar önemliydi. O nedenle, tabur komutanının emriyle bölükler araziye çepeçevre yerleşip, çevre emniyetini aldıktan sonra istirahate çekildiler…

Savaş canavarı 65 km mesafede, Kıbrıs’ta onları bekliyordu! Üsteğmen Yıldırım; çelik başlığını çıkartıp, bu kayalık zemine uzanıverdi. Şimdi dinlenmem gerek diye düşündü!

Ya yarın? Ya yarın sabah ne olacaktı? Taburu adaya götürecek helikopterler dizi, dizi sıralanmış onları bekliyordu. Onları bekleyen kadere ne yazılıydı?

Beyni şu üç şeye kilitlenmişti: Savaşmak, yaşamak ve ölmek…

Şakaklarından süzülen ter damlaları onu bu duygu karmaşasından uzaklaştırmış, dudaklarında eriyen ter zerrelerinin tuzlu tadını bastırmak adına matarasından içtiği birkaç yudum su, onu kendine getirmişti. Bir daha ama bu defa kana, kana içti.

Gencecik bir üsteğmendi, henüz 26 yaşındaydı. ‘Oh hayat ne güzel’ diye düşündü! Ama yarın? Yarınki hayatı nasıl olacaktı? Bulundukları araziye gömülmüşçesine uyuklamaya çalışan askerlerine baktı; ‘’Benim gibi yüzlerce genç’’ diye mırıldandı… Hepsi de göreve hazır. Yayından fırlayacak ok gibiydiler; gözleri hep aynı yöne bakıyor aynı hedefe kilitlenmişti, düşünceler hep aynıydı;

Kıbrıs…

Pekiyi, savaştan sonra kaçımız hayatta kalacaktık? ‘’Daha çok gençler, genciz…’’ diye düşündü. Üç gündür hep kendi kendine konuşur, mırıldanır olmuştu. Sinirleri çok bozuktu. ‘Kendimi toparlamalıyım’ diyerek, bir kez daha mırıldandı! Kendi kendine konuşmasına bir türlü mani olamıyordu… İçindeki ıstırabı da, hasreti de, böyle bastırmak istiyordu. Ama olmuyordu işte! Hepsinin kim bilir ne hayalleri vardır diye düşündü…

Ya kendisinin hayalleri? Acıyla gülümsedi! Cevabı olmayan bir düşünceydi bu…

Zaman, sanki kum saatine hapsolmuş, azalan kum taneleri kalan ömrünün hesabını yapar gibiydi…

İçinde derin bir sızı vardı! Bir ara boğulacakmış gibi hissetti… O esnada, Tabur Komutanın; ‘’Yıldırım’’ diye seslendiğini duydu. Yattığı yerden fırladı, ‘’Emredin komutanım’’ buradayım. Tabur komutanı, ‘’Hadi gel güneş batmadan, şu sahil kesimine bir bakalım, kimseler var mı?’’ dedi.

Güneşin batmasına 2-3 saat kalmıştı… O, Tabur Komutanı ve ikmal subayı Üsteğmen Kadirle birlikte sahile doğru yürümeye başladılar. Sahile geldiklerinde, çevreye dikkatle bakındılar! Belki de son kez vatan topraklarında oturup yemek yiyecekleri, çay içebilecekleri bir yer buluruz diye düşündüler. Bir an savaş atmosferinden sıyrılmışlar; hayallerini gün batımın sihrine kaptırmışlardı…

Manzara muhteşemdi… Güneş kıpkırmızı bir tepsi şekline bürünmüş, yavaş yavaş Akdeniz’in koyu lacivert sularına gömülürken etrafa kıvılcımlar saçıyordu. Ama o kıvılcımlar, yürekleri yakan birer hasret parçaları gibiydi… Bu muhteşem manzara karşısında üçü birden bir niyet tuttu: ‘’Allah’ım bu yaşamı bizim için kolaylaştır. Kolaylaştır ki, sevdiklerimize sevenlerimize tekrar kavuşabilelim.’’ Dediler… Güneşin batışıyla birlikte bölgenin yalnız yüzü iyice belirlenmişti! Koyulaşmaya yüz tutan akşama yansıyan belli belirsiz gölgelerle, çevreye esrarengiz bir durum sinmişti…

Savaş öncesi alınan tedbirler nedeniyle; bu küçük yerleşim bölgesindeki lokantalar, çay bahçeleri her yer boştu.   Ama o da ne? Açık kapısından belli belirsiz ışık huzmesi süzülen bir binanın kapısı önünde onlardan önce gelen birkaç subay orada bekliyordu!

Tabur Komutanı; ‘’Siz burada ne yapıyorsunuz?’’ Diye sordu. İçlerinden genç bir subay; ‘’Ailelerimize telgraf çekiyoruz komutanım’’ diye yanıtladı. Yıldırım Üsteğmen, Tabur Komutanıyla birlikte kapıdan içeriye baktılar; üzerinde ‘’P.T.T’’ levhası bulunan odada; bir masa, masanın üzerinde kâğıtlar ve telgraf makinesi vardı. Birkaç da tükenmez kalem… Oda en fazla iki kişi alıyordu. Zaten posta görevlisinin kullandığı makine, masa ve sandalyesini de düşündüğünüzde, oda dolmuş oluyordu.

İçeriye girdiler; Sevdiklerine son kez söyleyecekleri bir şeyler kalmışçasına, masada buldukları bir kâğıt parçasına yazdıklarını posta memuruna uzattılar.

Üsteğmen Yıldırım; ‘’Yarın sabah Kıbrıs’a hareket ediyoruz. Bizim için dua edin. Allaha emanet olun Yıldırım…’’

Cümleciklerini sıralarken; hissettiği yegâne şey; sevdiklerine duyduğu özlem, onları bir daha görüp göremeyeceğinin bilinmezliğiydi! Ama bu duygularını anlatırken, onlara ‘veda etmemiş’,‘hoşça kalın’ dememişti. Çünkü bu savaştan sağ, salim döneceğine inanıyordu…

Artık hava iyice kararmıştı. Çevrelerini ancak el fenerlerinin solgun ışığıyla görebiliyorlardı. Ufuk hattı o güzelim güneşi yutmuştu ama bu hattın hemen gerisinde, ağzından alevler fışkıran ölüm saçan bir canavar onları bekliyordu. Evet, savaş denen canavar tam da orada ufuk hattının hemen ardındaydı. Aslında içlerinde korkunun en ufak bir iz dahi yoktu. Ama onları hüzne boğan bir şey vardı! O da sevdiklerinden ayrı kalacağı zamandı…

Ya o zaman hiç bitmezse? Ya gidenler o savaştan bir daha dönmezse?

Üsteğmen Yıldırım, bölük mıntıkasına geldiğinde onu kıdemli takım komutanı karşılayarak vukuat olmadığını, bütün hazırlıkların tamamlandığını, personelin moral gücünün tam, herkesin savaşa hazır olduğunu tekmilini verdi.

İçinde kopan fırtınalar diğerleri gibi onu da derin bir sessizliğe sürüklemiş, gecenin sihirli görüntüsü dahi onu etkileyememişti. Hâlbuki o böylesine güzel gecelerde gökyüzünü dikkatle izler, bir yıldız seçtikten sonra da o yıldızı gecenin derinliklerinde kayboluncaya kadar takip ederdi. Sanki onu da yıllar öncesine taşıyacakmış gibi!

Yorgunluk ve uykusuzluktan bitkin bir haldeydiler. Bölgedeki o yıkık binanın dibine hazırlattığı portatif karyolasına usulca uzandı… Çok yorulmuştu. Üzerinde taşıdığı savaş kıyafeti bedeniyle özleşmiş, üzerine ikinci bir beden olmuştu adeta!

Eleşkirt’te yaptığı gibi yaptı! Gökyüzünde oynaşan irili ufaklı yıldızlardan birini seçti… Her birisi önünü görebilmesine yardımcı olabilmek, geleceğini aydınlatabilmek istercesine sanki birbirleriyle yarışıyorlardı! Daha birisi sönüp kaybolmadan diğeri yanıyordu…

Uykusunu aydınlatıp, ufkunu açık tutabilmek için aydınlık yarınların habercileri rolüne bürünmüşlerdi. Karamsarlığa kapılmak yanlış olur diye düşündü! Gelecek yaşam aydınlık, güzel olmalıydı. Olmak zorundaydı. Çünkü yarın sabah adaya gidecek olanların tek bir amacı vardı: Doğru olanı yapmak, esarete düşen soydaşlarının hayatını kurtarmak, onlara özgürlüğe giden yolu açmaktı… ‘’Özgürlüğe giden yol…’’ Kulağa hoş geliyordu. Özgürce yaşamak insanın doğasına da en uygun olan yaşam biçimi değil miydi? Adada yaşayan Kıbrıs Türklerini, Rumların mezaliminden, insanlık dışı ambargolarından kurtaracaklardı. Peki, bunun bedeli ne olacaktı? Kaçımız geri dönebilecektik? Kaç kişi sakat kalacaktı? Neydi bu insan denen mahlûkun yarattığı savaş vahşeti? Barış içinde yaşanacak dünyayı neden cehenneme çeviriyordu? Şehit, Gazi olmak, yurda sağ salim dönebilmek, sevdiklerine kavuşabilmek… Neden, neden, neden? Diye bağırıyor, çevre bu sözleriyle çınlıyordu… Bir anda sisler arasında Gonca Gülünü gördü. Kollarını açmış ona doğru koşuyordu… Ellerini uzattı, onu yakalamak istedi…’’

Ama tam o esnada;

- Yıldırım Üsteğmenim, Komutanım, diyen bir sesle uyanıverdi.

   Yıldırım Üsteğmen bu rüyalı süreçte ne kadar zaman geçtiğini hatırlayamamıştı…

- Ne oluyor oğlum?’’ diye yerinden fırladığında; habercisi ‘’Uyuyakalmışsınız komutanım’’ dediğinde çok utandı.

Yıldırım üsteğmenin yanında uyuyakalan Kadir Üsteğmen de kalkmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu… Yıldırım Üsteğmen;

- Gördün mü Kadir, uykusuzluk bizi esir almış da, bir şey yapamamışız. Ya Rumlar esir alsaydı?

Kadir Üsteğmen;

- Ya, Yıldırım söylediğin şeye bak! Allah saklasın, onlara esir olacağımıza ölelim daha iyi, dedi.

   Her ikisi de savaşın acımasızlığına, günlerin verdiği yorgunluk ve uykusuzluğa teslim olmuştu. Gece boyunca onları bekleyen o kadar tehlikeye rağmen mevzilerinde uyuyakalmışlardı…

Yıldırım Üsteğmen rüyasında gördüklerini hatırladı! Kıbrıs’a gelmeden önce Ankara’da yaşadığı ne varsa hepsini bir kez daha yaşamıştı…’Her şey bilinçaltına ne kadar çok işlemiş’ diye düşündü. Geceleyin uykusunda sanki başka bir boyuta geçmiş; Türkiye’de yaşanan her ne olduysa bir kez daha yaşamıştı.
"Kıbrıs" Diğer Yazılar