O GECE - 36

02.06.2021
Hristo karısının yaşadığı bu ruh hali karşısında nutku tutulmuş, yere mıhlanmış gibiydi! Ağzı dili kurumuş, hiçbir şey söylemeden, yapamadan öylece seyrediyordu… Bir süre sonra Maria’nın bu duygu yüklü, ağlamaklı hali geçmiş, ardında kalan ama hiçbir zaman unutamadığı o günlerin anısı, bir ömrün tüm ağırlığıyla üstüne çökmüştü. Binanın dibine yığılırcasına oturdu…

   Yüksek sesle;

-   Bakın işte şu karşıdaki asfalt yol var ya! İşte o yoldur bizi özgürlüğe kavuşturan. Onun adıdır; ‘’özgürlüğe giden yol’’ diye seslendi… ---Ama o iyi yürekli İnsanlar, O Türk Komutan olmasaydı biz bu yolda koşamazdık, o yoldan sana kavuşamazdım ki Hristom, beni anlıyorsun değil mi? O benim kahramanım derken, anlatmak istediğim şey bu gerçekti, diyerek kocasının boynuna sarıldı.

Hristo, ne diyeceğini bilemiyordu? Ancak az önce Maria’nın o süreci anlatan ruh hali, onu o kadar çok etkilemiş, onun can yakan görüntüsü her şeyi o kadar iyi anlatmıştı ki. Hiristo, şunu çok iyi anlamıştı. Gerçek oydu ki sevdiği kadını, mutluluk dolu yuvasını, bugüne değin yaşadıkları hayatı o iyi yürekli insanlara ama en çok da O Türk Komutana borçluydu. O da Maria’ya sımsıkı sarıldı.

     -   Seni çok iyi anlıyorum karıcığım. Ne olur beni affet, yaşadığın onca acıyı göz ardı edip, hiç de hak etmediğin halde düşündüğüm o şeyden dolayı utanıyorum. Sen benim değerli zümrüt gözlüm, yasemin çiçeğimsin. Son nefesime kadar da öyle kalacaksın, Seni çok seviyorum bir taneciğim. O Türk’e teşekkür ediyorum, seni bana kavuşturduğu için ona hep dua edeceğim, dedi.

     Maria kulaklarına inanamıyordu! Yıllardan beri bu konuyu hiç konuşmayan, anlatması için izin vermeyen sevdiği adam neler söylüyordu böyle? Çok rahatlamıştı…

     -   Canım sevgilim, yıllar sonra da olsa bu sözleri söylemen ne güzel. Benim biricik erkeğim sensin Hristo’m. Nihayet beni anladığın için Tanrıya şükrediyorum, dedi.

                Orada yaşananlar Helena’yı da çok etkilemiş, özellikle o genç Türk subayının yaptıklarını anlatan Maria’ya pek inanmamıştı ama az önce Maria’nın yaşadığı ruh hali onu da ikna etmeye yetmişti.

- Hadi bakalım çocuklar dönelim artık, dedi.

       Maria;

- Dur Helana hemen değil! Önce o genç Türk subayının kim olduğunu öğrenmem gerek. Bir süre daha araştıralım ne olur… Hem buraya gelirken, eski bir Rum köyü dediğin yerden geçmiştik. Belki orada yaşayanlardan birinden, onun kim olduğunu öğrenebiliriz, ne dersin?

   Helena,

-   ‘’Pekiyi, o zaman hadi o köye gidiyoruz, haydi arabaya…’’ Yola koyuldular. Zaten köy Maria’nın esir düştüğü yere çok yakındı. Kısa bir süre sonra köye gelmişlerdi… Ancak gün ortası olduğu için sıcak iyice basmış, ortalıkta kimsecikler görünmüyordu. Maria üzüntülü bir sesle;

- Ne yapacağız şimdi? diye söylendi… - Gerçekten de köyde sanki in cin top oynuyordu! Bir süre araçta beklediler, belki önlerinden birileri geçer de ona sorarlar diye. Ama ne gelen, ne de geçen oldu…

                  Bu sırada Helena’nın aklına köy kahvesine gitmek geldi. Oraya giderlerse mutlaka birilerini görürüz demişti… Köyün kahvesi; olsa, olsa köy meydanında olur diyerek, oraya hareket ettiler. Araç, köyün meydanına geldiğinde, önünde birkaç masa sandalye bulunan, masalardan birinde iki kişinin oturduğu bir yer gördüler. Olsa, olsa köy kahvehanesi burasıdır diyerek araçtan inip, oraya doğru yürüdüler. Helena, kırık, dökük Türkçesiyle;

- Merhaba, burası köy kahvesi midir? diye sordu…

   Oturanlar onlara şöylece bir baktılar! Ama cevap dahi vermediler… Helena bir kez daha seslendi ancak cevap alamadı! Köylülerin bu ilgisizliğine şaşırmışlardı…

                 Bu defa Maria onların şaşkın bakışları arasında, oturdukları yere doğru yürüdü, onların yanına oturuverdi! Bu defa köylüler çok şaşırmıştı… Bu davetsiz misafir nereden çıktı diye birbirlerine baktılar. Nihayet içlerinden birisi,

-Ne istiyorsunuz? Neden bu köye geldiniz? Siz Rum’sunuz değil mi’’ diyerek, sorularını peş peşe sıraladı. Ve ilave etti; ’’Eğer yıllar önce kaybettiğiniz evlerinize dönmek istiyorsanız? Burada size verilecek ne ev var ne de toprak…

               Durum anlaşılmıştı… Köyde yaşayan Türkler zaman, zaman bu köye gelip de savaştan önce kendilerinin olan evlerini görmek isteyen Rumlara karşı tepkiliydi. Onları da böyle birileri sanmışlardı!

Bunun üzerine Helena söze girdi tane, tane ne için geldiklerini anlatmaya başladı. Köylüler anlatılanları dinledikçe, onları anlamışlar, daha sıcak davranmaya başlamışlardı. Bu durum Maria’yı da sevindirmiş, umudunu arttırmıştı.

              Köylüler bir süre kendi aralarında konuştular. Ancak onlar bu bölgede esir düşen Rumlarla ilgili hiçbir şey duymamışlardı. Çünkü onlar bu köye savaştan çok sonra yerleşmişlerdi. Tam bu sırada kahvenin karşı yolundan yaşlı bir adamın geldiğini gördüler. Kahvede oturan Türkler;

-   Bilse, bilse bu olayı Ahmet Ağa bilebilir, o savaştan hemen sonra adaya gelmişti, dediler.

     Ahmet ağa dedikleri yaşlı adam da onları görmüş, o tarafa doğru yürümeye başlamıştı. Kahvenin önüne geldiğinde;

-   Merhaba ağalar, diyerek onları selamladı.

     Hepsi birden;

   -   Merhaba Ahmet ağa, diyerek ayağa kalktılar.

     Onu da masalarına buyur ettiler. Belli ki ona büyük saygı duyuyorlardı… Bu sırada kahvehane sahibi, masadakilere soğuk içecekler getirmiş;

   - Bunlar misafirlerimize ikramımdır, demişti…

               Maria içinden; ‘’İşte Türklerden güzel bir hareket daha’’ diye mırıldandı. Masada oturan yaşlı Türklerden biri söze girerek, köylerine gelen bu misafirlerin Rum olduğunu ama onların evlerini görmeye değil, buraya yakın bir yerde savaşta yaşanan bir olayın kahramanını öğrenmeye geldiklerini söyleyince; Ahmet ağa da çok ilgilendi.

              Helena o olayı kısaca özetledikten sonra asıl, o esirlere yardım eden Türk komutanın kim olduğunu öğrenmeye geldiklerini anlattığında, hepsi hem çok meraklanmış, hem de çok gururlanmışlardı. Ahmet ağa birden;

-   Ağalar bu köyün muhtarı, yıllar önce burada savaşan Mehmet çavuş değil mi? Bu olayı, o komutanı bilse, bilse o bilebilir, dedi. Maria birden heyecanla;

   - Aman Tanrım! Bulduk, bulduk sanırım, diye bağırdı. - Maria, Türkçe bilmiyordu ama ne olduğunu, oradakilerin yüz ifadelerine bakarak anlamaya çalışıyordu… Helena, Ahmet ağanın söylediklerini Maria’ya çabuk, çabuk anlattı. O anlattıkça Maria’nın içi içine sığmıyor, heyecandan yüreği yerinden çıkacakmış gibi oluyordu. Öyle ya işte kahramanını tanıyan birisini bulmuşlar, onun kim olduğunu öğrenecekti. Maria, bir an önce köyün muhtarıyla görüşmek, onunla konuşmak istiyordu…

    Helena, kendine has Türkçesiyle;

-   Ahmet ağa, bizi muhtarın olduğu yere götürür müsün lütfen, dedi.

     Ahmet ağa başıyla onaylayınca, hep birlikte kalktılar, Ahmet ağa önde, onlar arkada onu takip etmeye başladılar. Hristo bir eliyle Maria’nın, diğer eliyle de oğlunun elinden tutmuştu… İşte üçü birden onlara aile mutluluğunu tattıran insanın kim olduğunu öğrenmeye gidiyorlardı…

                  Üç gün önce binlerce kilometre öteden, Yunanistan’dan kalkıp sırf bu gerçeği öğrenmek için Kıbrıs’a gidiyoruz, diye birilerine anlatsalar, herhalde onlara deli derlerdi… Ama bir insanın yaşam özgürlüğünün ne demek olduğunu anlayabilmesi için yıllar önce yaşanan olayları yaşatanları, hiç olmazsa isimlerini öğrenmesi gerekirdi… Nihayet Ahmet ağa bir evin önünde durdu. Evin girişinde Türk Bayrağı dalgalanıyor, bahçesinde de bir Mehmetçik heykeli vardı. Orada bulunan herkes bu görüntüden çok etkilenmişti. Ahmet ağa bahçe kapısından girdi, evin kapısındaki tokmağı sertçe vurdu. Birkaç dakika geçtikten sonra kapıyı nur yüzlü yaşlı bir kadın açtı. Onları şöylece bir süzdükten sonra:

- Ne istemiştiniz?, diye sordu…

Ahmet ağa;

-   Merhaba bacım, kocan Mehmet Çavuş evde mi? Misafirleri var, taa ‘Yunanistan’dan gelmişler, onunla görüşmek istiyorlar, dedi.

   Muhtarın karısı da şaşırmıştı!

- Yunanistan mı? diye sordu…

- Evet, cevabını alınca;

- Evde ya, namaz kılıyordu. Hele siz bahçedeki şu masaya oturun bir, ben namazı bitince haber vereyim kendisine, gelsin, dedi.

                Bahçedeki güneşliğin altına konan tahta masaya oturdular. Masa örtüsü bembeyaz, tertemizdi. Masada yeni toplandığı anlaşılan mandalinalar vardı. Maria’nın oğlu imrenmiş,

-Anneciğim bir tane yiyebilir miyim? diye sorar sormaz, Ahmet ağa çocuğun bakışlarından anlamış olacak ki, hemen bir mandalinayı soyup ona uzatmıştı bile… Maria; yaşlı adama dönüp, Türkçe teşekkür etti. Peşinden, tıpkı o gece o Türk subayına söylediği gibi, ağzından şu cümle de çıkıverdi!

‘’Teşekkür ederim cesur Türk, seni hiç unutmayacağım’’ ağzından İngilizce olarak çıkan bu cümleye, kendisi de inanamadı! Helena, Hristo, Ahmet ağa merakla birbirlerine baktılar!

Hristo;

- Sevgilim iyi misin?’’ Diye sordu. Maria iyi olduğunu onaylarcasına başını salladı. Bir yandan da içinden; ‘’Aman Tanrım, neler oluyor bana böyle?’’ diye söylendi…

                 Bir süre namazını kılan muhtarın gelmesini beklediler! Maria masanın bulunduğu çevreye bakınmaya başlamış, bahçedeki meyve ağaçlarını, çiçekleri incelerken; gözü bahçenin hemen ortasındaki bir kuyuya takıldı! Kuyunun üzerinde bakır bir kap duruyordu. Dikkatle o kaba baktı! İçi bir tuhaf olmuştu… O kap nedir acaba demeye fırsat bulamadan evin kapısı açıldı, bembeyaz saçlı, beyaz sakallı yaşlı ama dinç bir adam kapıda gözüktü… Gelen Mehmet Çavuştu.

- Ooo, Ahmet ağa hoş gelmişsin.

  Sonra da misafirlerine döndü;

-   Sizler de hoş gelmişsiniz, dedi…

   Muhtar hem hoş gelmişsiniz diyor, hem de dikkatle Maria’ya bakıyordu… Muhtar önemli bir şey hatırlamışçasına başını iki yana salladıktan sonra, masadaki boş sandalyeye oturdu.

- Evet, seni dinliyorum Ahmet ağa! Nedir arzuhaliniz? diye sordu.

                    Ahmet ağa yanındaki insanların Yunanistan’dan kalkıp niçin buralara geldiklerini anlatmaya başladı. O anlattıkça, muhtarın yüz ifadesi mahzunlaşmış, anlatılanları yaşıyormuşçasına gözleri uzaklara dalmıştı… Ayağa kalktı, eliyle Ahmet ağaya susmasını işaret etti! Sonra’da kendisi, yıllar öncesinde Maria’nın yaşadığı o geceyi anlatmaya başladı… Aslında o geceyi sadece anlatmıyordu, bir taraftan da yaşıyordu… Muhtar anlattı, anlattı, anlattı… Maria onu dinledikçe;

‘’Ne garip, muhtarın anlattığı her şey benim o gece hissettiklerimle ne kadar uyuşuyor’’ diye düşünüyor, merakla sonunu bekliyordu. Çünkü, o ve onunla birlikte esir düşen diğerleri yaşamayı ne kadar çok istiyorsa, muhtarın da anlattıklarından anlaşılan, orada ki askerler de onların hayatta kalmaları için o kadar çok gayret göstermiş, onun için yiyeceklerini, içme sularını esirlerle paylaşmışlardı.
"Kıbrıs" Diğer Yazılar