O GECE - 3

28.04.2021
Savaş, asıl yüzünü şimdi göstermişti…

 

Üsteğmen Yıldırım’ın da içinde olduğu helikopter diğerleriyle birlikte dizi, dizi adaya yaklaşmaya başlamıştı. Helikopterlerin tamamında aynı kaderi paylaşan tam 747 kişiydiler…

Toros dağlarının mor lacivert görüntüsü çoktan geride kalmış, Kıbrıs’ın Akdeniz’i bir ok gibi yaran burnundan inmenin yapılacağı bölgeye doğru süzüldüler. İşte bu andan itibaren düşman uçaksavar ve topçusunun müthiş bir baraj ateşiyle karşı karşıya kalmışlar; helikopter pilotları bu yoğun ateşten etkilenmemek için daha da yükselmişlerdi!

Yıldırım Üsteğmen ve diğerlerinden çıt çıkmıyordu ama dudakların kıpırtısı edilen duaların göstergesi olmuştu. Eee hayatın, kaderin anlamı böyle bir şeydi işte. Savaşta ölmek garanti! Yaşamak şans işiydi… Yıldırım Üsteğmen helikopter pilotunun yavaşça koluna dokunarak;

- Aman Yüzbaşım, bizi sağ salim indir şu adaya, burada ölmek istemiyorum, diye bağırdı…

Tek korkusu; helikopterin vurulması, ya da pilotun şehit olmasıydı! Allah korusun helikopter hassas bir yerinden yara aldığında bir taş misali yere çakılacaklar, tamamı şehit olacaktı.

Nihayet saatler 09.50’yi gösterirken, helikopterler daha önceden bahsedilen yere inmeye başladı. İndirme bölgesi cehennemi bir ateş altındaydı. Rumların özellikle Beşparmak Dağlarından yaptıkları havan ve topçu atışları indikleri tarlaları hallaç pamuğu gibi atmış, bölgenin temizlenmesi kaldırılan ekinlerden arada kalan saman balyaları alev topuna dönmüş her taraf yanıyordu…

Helikopterler kızaklarını henüz daha yere koymamıştı ki, kapıları açıldı. Mehmetçikler üzerlerine yağmur gibi yağan düşman mermilerine aldırış etmiyorlardı. Yanan tarlaların arasına hiç tereddüt etmeden atladılar…

Yıldırım Üsteğmen adaya adımını atar atmaz yanındaki telsizciye seslendi:

- Oğlum hemen telsizi aç ve Tabur komutanımıza çağrı yapmaya başla! Ona ulaşmamız gerek.

Telsizci bölük komuta telsizini açmış;

- Kaptan, Kaptan, Kaptan… Burası Panter. Panterden Kaptana, diye anons ediyordu. Ancak, uzun bir süre bu çağrılarına cevap alamadılar…

En nihayetinde cılız bir telsiz anonsunu yakalayan telsizci, heyecanla;

-Komutanım Kaptan’dan cevap var, diye haykırdı.

   Nihayet Tabur komutanı Turgay Binbaşıya ulaşmışlardı. Hemen telsizin mikrofonunu alan Yıldırım Üsteğmen Tabur Komutanına;

- Neredesin komutanım. Uzun süreden beri size çağrı yapıyoruz. Bir ara başınıza bir şey geldi diye çok korktum. Biz şu anda inme bölgesinin hemen 100 metre kuzeybatısındayız. Bulunduğunuz bölgeyi tarif eder misiniz?

     Turgay Binbaşı da sağ salim adaya indiğini söyledikten sonra; Civarında bulunan birlikleri emrine alarak beş-altı yüz metre ilerideki bölgede mücahitlerin düzledikleri, kara ordusu uçaklarının inişine müsait toprak bir pist göreceğini, yanındaki askerlerle birlikte oraya gelmesini istedi.

     Yıldırım Üsteğmen, sırt çantasındaki bölge haritasını çıkardı, süratle tarif edilen bölgeyi buldu! Haritadaki adı; Kırnıydı. Düşmanın yoğun ateşi altında oraya doğru yürüyüşe geçtiler. Çevredeki dalgalı arazi, kimi tümsekler onları az da olsa düşman ateşinden koruyabiliyordu. Ancak Rumların Beşparmak Dağlarındaki dağ topçu bataryaları, havanları bölgeyi öylesine etkin bir ateş altına almışlardı ki, onlara göz açtırmıyordu

Hâkim arazinin de onların elinde olması, Rumların bu araziyi iyi tanımları, inme bölgesinde onlara oldukça sıkıntılı bir süreç yaşatıyordu. Belli ki, helikopterlerin inme bölgesine yapılan bu yoğun düşman ateşi hiç susmayacaktı. Ama her ne olursa olsun inme bölgesindeki tüm birliklerin, toplanma bölgesi olarak seçilen Kırnı Havaalanına ulaşmaları gerekiyordu. Yıldırım Üsteğmen; inme bölgesinden topladığı askerlerini, belirtilen bölgeye doğru sıçratmaya başlattı… Önemli olan kayıp vermeden o toplanma bölgesine ulaşmaktı.

           Adaya indiklerinden beri yaklaşık altı saat geçmiş, savaş bir gün önceye nazaran daha da şiddetlenmişti. Kısa sürede savaş psikolojisini üstlerinden atmışlar, savaşın acımasız yüzüne alışmış sayılırlardı. Bu süreçte araziye dağınık bir biçimde indirilen diğer birliklerin birkaç subay ve astsubayı da onlara katılmış; kalan birliklerin toplanabilmesi için büyük bir çaba harcamaya başlamışlardı.

       Helikopterlerin inişi sırasında açılan yoğun ateş, taburun birlikteliğini bozmuş; bölükleri neredeyse parçalara bölmüştü… Bu hiç de iyi olmamıştı! Üstüne üstlük inme bölgesindeki ekinler kaldırılmış olsa da, tarlalarda kalan saman balyaları, düşman topçusunun açtığı ateş nedeniyle cayır, cayır yanıyordu. Rüzgârın giderek şiddetlenmesi, bu saman balyalarını alev topuna döndürmüş, sağa sola savrulan bu ateş topları, bölgenin kuru otlarını da tutuşturmuştu. Onlarda tutuşmamak için büyük gayret sarf ediyorlardı… Üsteğmen Yıldırım; bir anda keskin bir ıslık sesinin üzerlerine doğru geldiğini işitti! Saniyenin onda biri kadar hızla o an ölümü düşündü… Azrail ilk kez yüzünü gösterircesine onlara doğru keskin bir ıslık çalmıştı adeta! Avazı çıktığı kadar bağırdı;

- Tam sipeerrr!!!

   25-30 metre öteye bir grup havan mermisi düştü! Bütün askerler onunla birlikte anında toprağa gömülmüştü. Herhangi bir zayiatları yoktu. Yıldırım Üsteğmen; ‘’Allah’ım bizleri bu cehennemi ortamda koru’’ diye mırıldandı. Gerçekten de cehennem nasıl bir yerdir diye sorsalar; o an orada yaşadıklarını anlatırdı. Patlamanın şiddetinden sanki sağır olmuş gibiydi. Kulaklarında büyük bir uğultu, çınlama oluşmuş, çevreden gelen sesleri duymuyordu.

   Hemen yanı başında yatan Teğmen Kıvanç’a seslendi;

   - Kıvanç Teğmen nasılsın? Bir vukuatın var mı?

   Teğmenin cevabı o kadar derinden gelmişti ki; sanki gömülü toprağın içinden çıkıyordu!

   - İyiyim, komutanım.

   - Yahu Teğmenim biraz daha yüksek sesle bağırsana, Allah aşkına…

   Üç - dört metre ilerisindeki arazide otların arasında yatan teğmenle göz göze geldiler. Kıvanç Teğmen yaşadığı şoku henüz atlatmış değildi! Bomboş bakan gözleri; Yıldırım Üsteğmeni görmediği gibi, savaş şokuna da girmek üzereydi… Üsteğmen Yıldırım süratle Teğmenin yanına doğru süründü; kollarından çekerek tam siper yaptığı çukur arazinin içine çekti. Yüzüne şiddetli bir tokat attı..!

   - Kıvanç kendine gel aslanım. Daha adaya yeni indik. Bizi önemli görevler bekliyor, heeeyyy kendine geeeelll’’ diye bağırdı… Zangırdayan bedeniyle, sımsıkı kapattığı gözlerini açan Kıvanç Teğmen; zar, zor duyulan bir sesle:

-   Tamam, tamam komutanım, bir an kendimden geçmişim. Şimdi daha iyiceyim.

Savaş tüm şiddetiyle devam ederken, böylesine bir görüntünün yaşanması hiç de iyi olmamış, birkaç dakika içinde yaşanan bu olay, askerin moralini de olumsuz etkilemişti.

Ancak yapacak bir şey yoktu ki! Savaşta hayatta kalabilmek için soğukkanlı olmak gerekiyordu. Hele ki rütbeli iseniz… Kıvanç Teğmen daha çok gençti, henüz 22 yaşındaydı; Yıldırım Üsteğmen ise, 26…

Ama onun daha soğukkanlı olması gerekiyordu. Çünkü emrine verilen 212 vatan evladı onun vereceği emri bekliyor, savaşın kaderini verilecek yerinde kararlar, emirler belirliyordu. Bu esnada; Tanksavar Takım Komutanı Teğmen Erkan hemen önündeki çukurun içinde helikopterlerden indirdikleri geri tepmesiz top mermi sandıklarının bulunduğunu bildirdi. Bu rüzgâr da sanki bu anı beklercesine şiddetlenmiş, toz toprak birbirine karışıyordu. Çevreye hızla yayılan yangın, oraya gelirse gerçekten de büyük bir felaket yaşanabilirdi! Orada olacak bir patlama, çevredeki pek çok askerimizi etkileyeceği gibi, bütün tanksavar silahlarımız da cephanesiz kalacaktı.

Yıldırım Üsteğmen,

- Ne şansız bir durum bu yaa… diye feryat etti.

            Oldukça çaresiz bir durum yaşanıyordu! Çok çabuk karar vermeli, böyle bir felakete de bir şekilde müsaade etmemeliydi. Ama nasıl? İşte tam o esnada hiç beklemedikleri bir şey oldu! Tam da yanan bölgenin çevresinde 15-16 yaşlarında üzerinde mücahit üniforması olan küçük bir çocuk belirmişti. Çevresine düşen havan mermilerine, başının üzerinden geçen mermilere hiç aldırış etmeden kullanmış olduğu traktörle birlikte yanan bölgenin içinde dalmıştı bile… Traktörünün arkasında bir hendek açma bıçağı vardı. O bıçakla bir taraftan toprağı kazarcasına eşelerken, diğer taraftan ardında bıraktığı toz bulutuyla birlikte sağa sola savrulan toprak parçaları, alevli arazi üzerine yangın söndürme cihazı olmuş adeta köpük püskürtüyordu. Nihayetinde tanksavar top mermilerinin bulunduğu çukura gelemeden yangın kontrol altına alınmış, alevlerin hızı kesilmişti. İşte tam o esnada traktörün bulunduğu yere düşen bir top mermisiyle birlikte o küçük mücahit, bir anda alev topuna döndü, oracıkta şehit oldu. Olaya tanık olan herkes adeta donmuş, şok geçirmiş gibiydi. Vatan sevgisi işte böyle bir şey diye düşündü Üsteğmen Yıldırım…

           Ve bu acıklı görüntü ile ilk kez Kıbrıs Türk Mücahidini tanımış oluyorlardı. Onlar, yıllar boyunca çocuk, kadın, yaşlı demeden gündüzleri okulda, iş yerinde, geceleri mevzilerde Rum çetelerine direnmişler; gün gelmiş acımasızca öldürülmüşler, evleri yakılıp yıkılmış, iş yerleri yağmalanmış ama ada tarihi boyunca Rumlara hiç diz çökmemişler, Türklüklerinde de vazgeçmemişlerdi. İşte onların feryatlarına derman, topluca katledilmelerine mani olmak için Türk Ordusu buradaydı.

           Yoğun ateş altında ilerlemeye devam ettiler. Sonunda toplanma bölgesi olarak seçilen yer gözükmüş, düşman ateşinden oldukça korunaklı bir bölge olan bu arazi parçasında birlikler yavaş, yavaş toplanmaya başlamıştı...
"Kıbrıs" Diğer Yazılar